Sunday, July 1, 2012

İran Türkiye olacak!- Faruk Arslan

İran’daki sözde İslam devriminden beri Türkiye İran olacak korkusu kamuoyuna pompalanır. Aslında tam tersidir, İran hızla Türkiye olma yönünde ilerlemektedir. İran’daki büyük Türk nüfusu ne istiyor? Bu sorunun cevabını Haziran 2000’de Tahran’a yaptığım gazeteci gezisinde bulmuştum. Molla rejimi, benim hızlı gazeteciliğime sadece bir hafta dayanabilmişti. ECO Zirvesini izlemek için gittiğim Tahran’da nüfus kağıdıma el koyan SAVAMA ajanları, telefonlarımı kesmiş, peşime ajan takmıştı. Ülkeyi gözüm arkada terk ederken şu yorumu yaptım: İran Türkiye olacak, kaypak, takiyyeci Mollalar cehennemi boylayacak!

En iyisi en baştan anlatayım. 2000’de yeni seçtirilen cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, ülkemde yaşanan İranlı ajanlar krizi nedeniyle MGK’nın kararı ile ilk resmi gezisini İran’a yapmasına karar verilince, çalıştığım gazete Zaman, beni bir resmi, iki gizli görevle Tahran’a gönderdi. Resmi görevim diplomasi muhabiri olarak Sezer’i ve ECO zirvesini takip etmekti. Gizli görevlerim, Cihan Haber Ajansı’na ve Zaman’a çalışacak yerli bir muhabiri işe almak, İran’da Türk koleji açmak için zemin yoklamaktı. 1999’da başlayan öğrenci olaylarında Tahran’dan görüntü ve haber geçen İHA muhabiri ajansına milyon dolar para kazandırmıştı. Türk koleji açılmasına izin vermeyen Ermenistan, Suudi Arabistan, Cezayir, Suriye ve İran’ın kibirli, despot yönetimleri hakkında acaba halk ne düşünüyordu? En azından yeterli bilgi edinmeliydim. İran kapalı bir kutuydu, komşumuz olmasına rağmen kimse gerçek İran’ı tanımıyordu.



Benim gazetecilik anlayışım sıradışıdır. Normal gazeteci ve insanlardan beynim farklı çalışır, elimde değil. İlk iş olarak Ankara’da faaliyet gösteren İran’dan sorumlu MİT görevlilerine ulaşıp tatmin edici derin bilgiler almalıydım. Azerbaycan Kültür Derneği’nin MİT tarafından kullanıldığını fark edecek kadar uyanık gazeteciydim. Başbakanlık Müşaviri kisvesine bürünmüş, MİT ve CIA’ya aynı anda çalışma becerisi gösteren Yasin Aslan’dan doyurucu bir brifing aldım. Daha derin kontak ve analizler istediğimde Aslan, beni TRT’nın Farsca radyosunun başındaki isme yönlendirdi. Röportaj için randevu aldım ve Oran sitesinde dev TRT binasında muhatabımdan ‘off the record’ İran’ın anasını danasını öğrendim. İstihbaratçılar doğru adamla konuştuklarını anlarlarsa ketum değildir, dağarcıklarındaki bilgiyi paylaşmaktan zevk alırlar… Bu haberi elbette yazmadım.

İran’ın Ankara büyükelçiliğinden vize almak için başvurunca ilk engelleme ile karşılaştım. Normal Türk vatandaşlarına vize uygulamayan İran, Türk gazetecilerden vize almalarını talep ediyor, başvuruncada vermiyordu! Ben de ret yedim, sakıncalı gazeteciler listesindeymişim… Kim sakıncalı değilse artık! Gazeteme bunu söylemedim, iki pasaportum vardı ve gazeteci yazmayanını zaten bu tür aptal ülkeler için kullanıyordum. Tahran’a varınca ilk işim Tahran büyükelçiliğine uğramak oldu. Zira gazeteci olarak bulunamadığım İran’da ECO zirvesini izleyebilmek için diplomat gözükmem gerekiyordu ve bu ayrıcalığı bana sadece büyükelçi sunabilirdi. Büyükelçi sağolsun aynı sorunu yaşayan Sabah muhabirini ve beni büyükelçilik listesine aldı almasına ama tuhafca bir kelam etti: Çocuklar siz çok cesur delilersiniz..

Büyükelçilik bünyesinde çalışan üç Türkçe öğretmeni arkadaşımızın, üç senede 6 bin İranlıya Türkçe öğrettiğini duyunca az kalsın küçük dilimi yutacaktım. Meğerse İranlılar Türk dizi ve televizyonlarını seyredebilmek ve bir gün Türkiye’ye kaçabilme, en azından ziyaret edebilme umuduyla harıl harıl Türkçe öğreniyordu. Öğretmenlerimizin ısrarıyla Azatlık otelinden çıktım ve onların bekar evlerinde kalmaya başladım. Nede olsa diplomatik dokunulmazlıkları vardı, bu eve İran istihbaratı SAVAMA karışamazdı!

Öğretmenlerimizin tavsiyesiyle aynı akşam, Türkçe öğrenmiş, gazetecilik yapan bir doktor olan Azeri Türkü ile yemekte buluştuk. Bir ay önce gazetesi kapatılan bu aydın doktor, muhabirlik yapmayı hemen kabul etti. İlk gizli görevimi bu kadar hızlı halledeceğimi ummuyordum. Tabii bu işin doktor gazeteci dostumu kısa sürede hapse göndereceğini de beklemiyordum. Türkiye ajanı olmakla suçlanan zavallı gazeteci, daha ilk haberini geçmeden zindanı boyladı. Ankara’ya dönünce faksladığım işe alınma mektubu da işe yaramayacaktı, bir daha kimse ondan haber alamadı. Tahran’da gazeteci demek ajan demekti ve bir Türkiye gazetesine, haber ajansına çalışmak ölüm fermanı ile eşdeğerdi…

ECO zirvesine katılmadan ikinci gizli görevimi de öğretmen arkadaşların sayesinde gördüm. Azeri Türklerinin gerçek lideri kim dediğimde hemen bir diş doktorundan randevu aldılar. Kapıyı açan diş doktoruna, ‘Türk gazeteciyim’ deyince önce beni CIA ajanı sandı. Bu tür tepkilere alışık olduğum için muhatabımı anahtar kelimelerle rahatlattım. Zaten Zaman muhabiriyim deyince gevşedi ve şunu söyledi: Fethullah Gülen’in ve Said Nursi’nin yoluna kurban olayım. Sohbetimiz derinleşipte Azerbaycan’daki gazetecilik faaliyetlerimi, Ebulfeyz Elçibey, İsa Kamber ve Ali Kerimov ile dostluklarımı öğrenice son kararını verdi: Seni kesinlikle bırakmam, akşam yemeğine kalıyorsun, bu gece uyumayacağız. Yıllardır aşkını, can dostunu, ruh ikizini arayıpta bulan deli aşıklar gibi heyecanlıydı, taleplerini kıramadım. Orada sabahladım, zaman akıp geçti, sözümüz bitmedi, ama çaresiz sabah kahvaltısından sonra gözüm arkada ayrıldım. O zaman anladım ki, hakikata, Hak yoluna muhtaç öyle gönüller var ama kapılar sürmeli…

Ne mi konuştuk? Ne konuşmadık ki… İran devletinin gerçek yüzünü, Azeri Türklerinin sorunlarını, SAVAMA’nın Türkleri nasıl üçe böldüğünü, İran’ın aslında Turan olduğunu, Türkiye ve Azerbaycan üzerinde oynanan oyunları, Fethullah Gülen Hocaefendi ve Üstad Said Nursi’yi, dünyanın dört bir yanında açılan Türk okullarını, hizmet haraketini, Azerbaycan’da aslında kimin kim olduğunu ve medyaya yansımayan gerçek hayatta neler yaşandığını saatlerce masaya yatırdık…

Eğer diş doktorunun kütüphanesinde Risaleyi Nur’ların tam takımını görmesem inanmazdım muhatabımın samimiyetine. Evindeki televizyon sadece Samanyolu TV’ye ayarlıydı, başka televizyonları çocuklarına seyrettirmiyordu. Gülen Hocaefendi’nin tüm kitaplarını okumuş, tüm videolarını seyretmişti. Eskiden solcu Komünist, sonra koyu bir Türk milliyetçisi olmuştu, sonra da uzaktan seve seven Nurcu! Hayatımda ilk defa bir kişinin hepsini birden olabildiğini görmüştüm. Ya çok kurnazdı ve şark tilkiliği yapıyordu veya çok samimiydi. Yürekten konuşuyordu. CIA’nın teklif ettiği tüm rüşvetleri ret etmişti, çok akıllı ve temkinliydi. İran’da bir gün karşıt devrim olacağını adı gibi biliyordu. ‘İran’ın gerçek sahibi biziz, bizim’ diyordu. ‘Ekonomi elimizdeyken niye sokağa dökülüpte kendimizi mevcut rejime öldürtelim, tutuklatalım’ dedi kendinden emin şekilde. Haklıydı. ‘İran bir gün Türkiye olacak’ dedi, ‘ancak devrim olduğunda gerçek liderin kim olacağına Allah karar verir, O en iyi zamanlama ustasıdır’ diye ekledi. Bire bir düşüncelerimin örtüştüğü biriyle konuşmayı helede Tahran’da hiç beklemiyordum.

Neden İran’da Türk okulu açmıyorsunuz sorusunu sordu. Yüzüne, kalbine, ruhuna baktım, bu bir çığlıktı. Hadi açalım dedim. Ağlamaklı oldu. Tahran rejiminin buna izin vermeyeceğini söyledi. Bir gün Türk okulunun tüm İran’da açılacağını söylediğimde ağlamaya başladı. İkimizde ağlıyorduk. İsmini asla yazmamamı ve fotoğrafını kullanmamamı rica etti. O gün ECO zirvesi başladı ve ilk haberimi geçmek için fellik fellik postahaneleri dolaştım, bir faks aradım. Bir şoför’e verdiğim 10 dolarla tüm Tahran’ı dolaştık ama bir faks makinesi bulamadık. En son ana postahanede müdürün karşısına çıktım. Bir elimde yazdığım habere, birde bana baktı. Perulu solcu bir şairden şiirler okudu. Altına imzasını attı, odasından haberi faksladı ve dedi ki, ‘bir daha postahaneye gelme, Tahran’da iki tane İnternet kafe var, oraları dene’. İkinci haberimi internet kafeden geçmek istesemde ilkinin kapısı mühürlüydü, kapatılmıştı. İkincisinde sadece yahoo emailine giriş izni vardı, başımda bekleyen güvenlikçi ile haberi geçerken soğuk terler döktüm.

Tahran’da Şah Pehlevi müzesini gezerken oranın müdürü evine yemeğe davet etmişti, eşi Azeri Türkü bir Farstı. Evin salonunda Amerikan barı vardı, en lüks Avrupa içkileri gördüm. İçki içmediğimi öğrendiklerinde şok yaşadılar, asıl şoku ise namaz kılmak için seccade ve kıbleyi göstermelerini isteyince ben yaşadım. Kıbleyi bilmiyorlardı, hayatlarında evde namaz kılmamışlardı. Evin her tarafı müze gibi kıymetli pahalı eşyalarla doluydu. Tahmini bir kıble tayin edip namazı bir çarşafın üstünde ikame ederken, dindar sanılan İranlıların haline acıdım. Oysa evin üniversiteye giden kızı ve oğlu namaz kıldıklarını söylemişlerdi, ama sadece kamuda yani gösteriş için zorunlu olarak üniversitede. Hayatlarında hiç oruç tutmamışlar, hiç cumaya gitmemişlerdi. ‘Hacca bizde sadece mollalar gider’ deyince pes dedim ev sahibine. Molla rejiminin insanları nasıl münafıklaştırdığına, ateist yaptığına şahit oldukca ağlıyasım geldi. Parklarda gitar çalıp aykırı şarkılar söyleyen kulağı küpeli çılgın gençlere, sokaklarda süper makyajlı dolaşan, saçları örtülerinden sarkan sükseli kadınlara baktım, üzüldüm. Humeyni camisine gittim, bir molla ile konuşmak istedim. Molla bana demesin mi, ‘Sibel Can kocasından boşanıyor, şimdi ne olacak’ diye. Belli ki televole’leri kaçırmıyordu. Çanak anten kullanmanın yasak olduğu ülkede her evin damında, balkonunda çanak antenler doluydu ve hepsi Türkiye’yi seyrediyor, Türkler gibi canlı, heyecanlı, dolu dolu özgür yaşamak istiyordu. Çanak anteni balkona koymanın rüşveti 1000 Tümen, dama koyarsan 5000 Tümendi, sistemin kokuşması yasakların rüşvete tabi olmasından belliydi…

ECO zirvesinin son günü SAVAM ajanları yanıma gelip Şah Pehlevi Saray’ında pasaportumu istedi. Vermeyince ülkeyi derhal terketmemi, aksi taktirde ajan muamelesi yapacaklarını söylediler. Israrları üzerine nüfus kağıdımı aldılar ve yarın ifade vermem için merkezlerine gelmemi ve nüfus kağıdımı oradan almamı talep ettiler. Elbette gitmedim, nüfus kağıdımı onlara hediye ettim. Son akşam büyükelçinin verdiği yemekte başımdan geçeni anlattığımda beni havalimanına kadar korumaları için güvenlik verildi. Sezer zirveye son anda gelmemiş, yerine Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler katılmıştı. Tam o sıra müthiş bir haber masaya geldi, Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad ölmüştü, gazetem ve CHA beni tüm Türk televizyonlarına pazarlamış, acilen benden Tahran’ın tavrıyla ilgili haber geçmem isteniyordu. Keçeciler, Beşar Esad’ın iktidara geleceğini ve Tahran’ın nasıl tepki vereceğini detaylarıyla anlattı. Önce haberi Zaman’a telefonla geçtim, sonra Show TV’den Reha Muhtar telefonla bağlandı. Aynı haberi okudum, Muhtar’ın ‘Şimdi İran halkı ne yapıyor? sorusu çok komikti. ‘3 gün yas tutuyor, bayraklar yarıya indirildi’ dedim, halbuki gece yarısıydı ve İran halkı ve devleti henüz uyuyordu! Keçeciler, bana neler olacağını anlatmasa Muhtar’a doğru yanıtı veremezdim. Üçüncü arayan ATV’den Ali Kırca idi, telefonum aniden kesildi. Öğretmen arkadaşların diplomatik dokunulmazlığı olan evin telefonunu kullanıyordum. STV aradı, yine telefon kesildi. Öğretmen arkadaşların yorumu nerede olduğumu özetledi: SAVAMA’nın tüm mahallelerde telefonları dinleme merkezi vardır, yurt dışını aramak serbesttir ama dinler, kaydederler. Senin haber hoşlarına gitmemiştir.

Ertesi sabah İran’ı terkederken hem endişeliydim, hemde geride bıraktığım insanların çilelerini azda olsa paylaştığım için mutluydum. Uçağımız Ankara’ya inmeye yaklaşırken İranlı kadınlar çarşaflarını çıkardı, altlarından Paris’in hoppa kızları çıktı. Makyajlar ve dekolte kıyafetler abartılıydı. Türkiye olmuşlardı bile.

 http://www.farukarslan.com/?p=3454

No comments:

Post a Comment